Olayı izlemedim ama tahmin edebiliyorum... Öyle bir yarama parmak basmışsınız ki anlatamam. Hem de iki konudan birden... Önce askerlikten başlayalım:
Sağ sol olayları yüzünden Buca'ya kayıt yaptırmayınca, bir an önce askere gidip hayata atılma kararı aldım. Güya tecili bozdurmak için şube başkanının tanıdığı birini bularak onun selamıyla gittik. Hatta adama dedim ki: "Sas" olmak istiyorum... Bizim buradan gönderemeyiz oldu cevabı. Neyse bekliyoruz güya hemen tecili bozup bizi askere alacaklar ya, tam iki yıl sonra gidebildim. Acemi birliği Manisa Batıkışla. İki ay kadar sonra annemle babam ziyarete geldiler. O güne kadar hiç çarşı iznine filan çıkamadım. Gittim çavuşa annemle babamın geldiğini söyledim. Çarşı iznine çıkabilir miyim dedim. Diyarbakırlı yaklaşık 1.60 boylarında bir çavuştu. Beni öyle bir dövdü ki tekme tokat... Yanında onbaşı da var... Kulağımın arkasındaki morarmaları bizimkiler görmesin diye, gömleğin yakasını kaldırmıştım. Ondan sonra iki ay boyunca o adamı öldürmek için fırsat kolladım. Akşam hiç eratın dolaştığı yerde dolaşamıyordu... Askerde bir şeyi net anladım. İnsan bir saniyede katil olabilirdi. Neyse uzatmayayım dağıtımda Harbiye Kültür sitesi Mehteran komutanlığına geldim. Günde iki sefer nöbet tutuyoruz. Üç nöbet yerimiz var. İkisinde iki saat merasim nöbeti tutuyoruz. Muharip Gaziler Derneği çıkışı var. Bir tek orada hareket ederek nöbet tutuluyor ve onbaşılar kendi adamlarını yazıyordu oraya. İstanbulun soğunu bir düşünün ve nizamiyede gece 1-3 nöbeti tutuyorum. İçimde eşofman ve onun üzerinde asker kıyafetim ve parka olmasına rağmen tir tir titriyorum ama hareket yok çünkü nizamiyedeyiz. O zaman şimdiki müzede inşaat halinde. Bu onbaşı gizlice arkamdan yaklaşmış ve vay efendim niye onun geldiğini duymamışım. Tokat vurmaya kalktı. Nizamiyede nöbet tutmamıza rağmen mermilerimiz belimizdeki şarjörde dururdu. O zamanlar en lüks silahımız M1 di. Şarjörü çıkarıp tüfeğe sürdüm. Dedim seni burada mıhlarım... Dedim ya katil olmak çok kolay bir işmiş. Çünkü ben de lise mezunuydum ve bölükteki tüm enstrümanları çalabildiğim ve bir hafta içinde tüm ritmleri öğrendiğim için bana gıcık gidiyorlardı. Her gün "İnşallah elimi kana bulamadan buradan çıkarım diye dua ederdim. Bir baş çavuşumuz vardı. Adam eşinden ayrılmış. Evine bile gitmez bölükte yatardı. Bütün erat onu çok severdi. Hatta ben çarşı izinlerine çıktığımda onun evine gider, onun kotlarını giyer öyle çıkardım. Onun yüzünden iki gün geç terhis oldum. Çünkü onun evindeki bir koltuk takımını görünce içim cız etmişti. Koltuk takımını bölüğe getirttim. Önce ağaç kısmını bir güzel sürtüp vernikledim. Sonra da döşemesinin kumaşlarını yeniledim. Sırf adamın o işini bitirmeden gitmemek için iki gün sonra terhis oldum. Terhisinizin bir saat gecikmesi bile sizi nasıl etkiler bir düşünün. Ben gönüllü olarak iki gün sonra çıkmıştım. Hatta trompet çalan sert bir başçavuş vardı. Benim iki gün daha kalmak istememe bir türlü anlam verememişti. Onu da kimse sevmezdi ama onun bana karşı tutumu iyiydi. çünkü enstrümanlardaki durumumu çok iyi biliyordu. Yani konserlerde aynı zamanda joker olarak kullanıyorlardı. Benim asıl branşım davuldu. hatta bir kaç sefer davulcu başı olarak bile çıkmıştım. Haftanın altı günü 15:00 - 16. 00 arası korserimiz oluyor., haftasonları da bir gün Topkapıda, bir gün Rumelihisarında konser veriyorduk. Ama bir de bölük başçavuşu vardı ki ****** çocuğunun Allahı... Bir gün hastalandım. Revire çıkmama izin vermedi. Boğmacaya yakalanmıştım. Nasıl öksürüyorum, sabahlara kadar... Sabaha kadar uyku durak yok... Bu arada benim öksürüğümden iki bölük te uyuyamıyor... Bir gün yine sabahladım ve sabah iştimasını kaçırdım uyanamadım. Bu ****** çocuğu hasta halimle tüm bölüğün önünde beni öyle bir dövdü ki... Aradan bir kaç gün geçti ben öyle kötüledim ki artık aralıksız sabaha kadar öksürüyorum ve kimse uyuyamıyor. Bu ****** çocuğuna aktarmışlar. İki bölükte uyuyamıyor diye. Ondan sonra revire çıkabildim ve ilaçlarla kendime geldim...Ama yaklaşık üç hafta öldüm öldüm dirildim. Bu sefer annem gile beni bu bölükten aldırmalarını istedim. Çünkü annemin öz amcası Kıbrıs barış harekatında harekat dairesi başkanıydı ve tuğ general olarak emekli olmuştu. O bölüğe çıktı geldi. Bölük binbaşısı bir karı gördümü kopçaları koyuveren, kendini beğenmiş yalak bir tipti ve bölüğü başçavuşun ellerine bırakmıştı. Askere zerre kadar değer vermezdi. Onunla konuştu... O gelince milletin bana davranışı değişti. Askerden dönerken giydiğim kıyafeti ve parkayı da yanıma almıştım. Sonra onları yaktım ve yaklaşık bir on yıl boyunca ne haki, ne de yeşil bir kıyafet giymedim. Kimseye askerlik anımı anlatmadım. Oysa erkekler yıllarca asker anılarını anlatır değil mi?
Şimdi bunları neden anlattım...
Genel olarak bakıldığında Türk milletinin askere bakışı ve askerlik anlayışı bellidir, değil mi? O zamanlar en çok güvendikleri kurum askeriyeydi... İşte bunu yıkabilmek için her şey denendi. TSK'nın millet gözünde düşürülebilmesi için her tür yol denendi. Bugün TSK'ya olan güven olayına bir bakın, ne demek istediğimi anlarsınız... Adem beyin duygularını çok iyi anlayabiliyorum. O yüzden askerde "Deveyi, pireye boğdururlar..." diye bir söz vardır. Daha çok şey anlatılır da bunları anlatmaktan pek haz almıyorum... Uzun bir yazı oldu öğretmenlik olayını da sonra anlatayım.
Sevgili Adem üstad öyle bir yarama parmak bastı ki, ayrı bir konu olarak yazmak istedim. Hacettepe İngilizce öğretmenliği mezunuyum. Konya'da Selçuk üniversitesinde, ailemin yanında rahat rahat okumak imkanı varken ve hatta bir yıl önce mesleğe atılabilecekken -Selçuk'ta direkt birinci sınıftan başlanıyordu oysa Hacettepe'de hazırlık sınıfı vardı- mesleğe bir yıl sonra başlayarak hem maddi açıdan sıkıntıya düşmüştüm hem bir yıl maaş alamamıştım hem de bir kademe kaybetmiş oldum. Bir sürü sıkıntı çekerek, yokluk içinde Ankara'da okudum. Neden? Çünkü oranın eğitimi Selçukla asla kıyaslanmazdı. Çektiğim onca sıkıntıya rağmen, pişman oldum mu? Asla... Bitirme stajımı Dil Tarihteki ozamanlar sadece orada olan ve sonra bir çok şehirde şubesi açılan, TÖMER'de yaptım. TÖMER'in müdürü gelin burada çalışın diye defalarca ben ve iki arkadaşımın peşinde koştu. Ama bizde idealistlik var ya bir kulağımızdan girip öbür kulağımızdan çıktı. Anadoluda görev yapıp imkanı olmayanlara rehber olacaktık. Bir de o zamanlar alacağımız maaşla Ankara'da ev tutup yaşamanın çok daha zor olacağını bildiğimizden hiç oralı olmadık. Hatta çok iyi paralar alacağımı bilmeme rağmen özelde çalışmayı bile düşünmedim.
Normalde kolay kolay sinirlenmem ama sinirlendiğim zaman da gözüm bir şeyi görmez.
28 yıllık öğretmenlik hayatım döneminde, üç öğrenci dövdüm...
İlk göreve Aralık 1989 da başladım ve ilk yerim Erzurum'un Çat ilçesindeki tek Çat Lisesi... Allah'ın ...iktirettiği bir yer. PKK'nın da yükselmeye başladığı yıllar. İlçenin üç kilometre dışında sadece girişinde sekiz on ağaç olan bir Lise. Onun dışında ilçenin hiçbir yerinde bir ağaç bile yok. Ben ayrılırken yurt yapılmıştı. Ev yok. Olanlar kerpiç evler ve zaten olsa da bekarız diye kimse vermez. Öğretmen eksikliği o kadar hat safhada ki, daha yeni stajer öğretmen olmamıza rağmen, yani bir öğretmenin yanında ders izlememiz gerekirken, İngilizcenin dışında, müzik, beden eğitimi ve psikoloji gibi derslere de giriyorum. Aradan bir kaç ay geçti. Öğrenci öğretmenin psikolojisine göre davranıyor. Yani siz disiplinli iseniz ve korkak değilseniz, size saygı duyuyor. Korkaksanız, her türlü rezilliği yapıyor. Bir gün nöbetçi öğretmenim ve sınıfların durumunu kontrol ediyorum ve elimde de tahtada kullandığım küçük parmağımdan biraz daha ince 50 cm dolaylarında bir çubuk var. Daha birinci sınıf öğrencisi, öğretmen masasının üzerine oturmuş, ayak ayak üzerine atmış, sigara içiyor. Aşağı indirdim ve elimdeki çubukla, kalçasının alt tarafına o çubukla yedi sekiz sefer vurdum.
İkincisi; lise ikinci sınıfta, İlk derse başladığımda, tanışma faslından sonra, her öğrenciye "Ne olmak istiyorsun?" diye sordum. Bir Sınıfın en iri yarı çocuğu idi. Bir çok öğretmenden daha iri görünüyordu. "Pavyon fedaisi olmak istiyorum..." demişti. O günlerde bazı öğrenciler öğretmenleri PKK ile korkutuyorlardı. O yüzden bazı öğretmenler tırsmıştı. Neyse günler geçti. Bir gün okul yolunda erkek bir edebiyat öğretmeni diğer bir arkadaşıyla, yolda yürürken, Bu yakasına yapışıp adamı tartaklıyor. "Seni dağdakilere vurdurtacağım..." diyod. Adam korkudan cevap bile verememiş. Yine bir gün, sınıfın birinden bir kaç sıra taşıtılacak, Nöbetçi bayan öğretmen "Hadi çocuklar şunu elbirliğiyle halledelim" diyor. Bu seninki "Ben taşımam. Kendin taşı." diye cevap veriyor. Ben de alt katta nöbetçiyim. Baktım arkadaş ağlıyor. O hışımla bunu buldum. Bir metrelik tahta cetveller vardır. Ellerini açtırdım. Bir kaç tane vurdum. Ardından da "Şimdi elinden ne geliyorsa yap..." dedim. Oymuş. Ondan sonra hiçbir öğretmene ukalalık yapmadı.
Üçüncüsü ise Manavgat anadolu lisesinde oldu. Hiçbir öğrencinin gelirine, statüsüne, babasının tuttuğu partiye ya da görüşlerine göre davranmazdım. Benim için terbiyeli ve çalışmaya meyilli olması yeterdi. Tek istediğim şey sınıfımda disiplin olmasıydı. Yeri geldiğinde gülerdikte, şarkı da söylerdik ama asla samimiyet yalakalığa ve sırnaşıklığa dönüşemezdi. Buna çok dikkat ederdim. Öğrenciler de bunu ilk başta hissettiklerinden, asla yalakalık yapamazlardı. İlkelerimden ödün vermezdim. Kim olursa olsun. Geldiğimin ikinci yılı. Sınıf başkanı bir çocuk var. Başarılı ama bir o kadar da hareketli bir çocuk. Bir gün ona sol elimle "dDefol buradan" deyip tersten bir tokat attım. Yaptığı terbiyesizliğe rağmen, özür dileyeceği yerde savunmaya geçiyordu. Öyle kuvvetli bir tokat bile değildi ama elimdeki yüzük yarım santim kadar yüzünü çizmiş. Hatta farkına bile varmadım. Babası Albaydı. Ertesi gün dersteyim, nöbetçi öğrenci sınıfa geldi ve "Müdür bey sizi çağırıyor..." dedi. Gittim baktım bu. Hala jeton düşmemişti. "Hoşgeldiniz." dedim. Neyse bir iki konuşmadan sonra müdür bey söze girdi... Beyefendi niye oğluma tokat attınız diye gelmiş. Bende, Oğlunuza sebebini sordunuz mu? dedim. Tabi bilmiyordu... "Sizin kızınıza bir asker parmak atsa, ne yapardınız?" dedim. Kıpkırmızı kesildi. Bir şey söyleyemedi. Tabi müdür ortamı yumuşatmak için biraz konuştu filan çünkü benim karakterimi biliyor... Aynı adam bana iki yıl sonra iş teklifiyle geldi. Bir otelin genelmüdürlüğünü teklif ediyordu. Öğretmenlikte öğrenciler sizi tanıdı mı, davranışınızdan ödün vermediğinizi gördü mü size asla saygısızlık etmez. En çok küfür yiyen öğretmenlerin başında İngilizce öğretmenleri gelir. Ben onların ilk tanıştığımız günlerde arkamdan küfür ettiklerini bilirdim. Ama aradan bir iki ay geçti mi, benim öğretme çabam ve tekniklerim karşısında değişirlerdi. Hatta üniversiteyegittiklerinde ilk gelip beni bulur ve danışırlardı. Ben de Yav benden daha iyi öğretmenler var onlara sorun derdim. Bazen öğretmen olanları getirir son sınıflarda dersime sokardım. Bir tanesi hiç çekinmeden anısını anlattı. Ben bu sınıfta en arka köşede otururdum. Ruhi hoca beni görmesin diye öndeki arkadaşımı siper alırdım ama o beni mutlaka kaldırırdı diye anlattı. Ben de sordum. " Ozamanlar bana az küfür etmedin değil mi?" Evet hocam çok haklısın. Önceleri anlayamıyorduk. Bunu sınıfta anlatan özel bir öğretim kurumunda İngilizce öğretmenliği yapan bir öğrencimdi. Bunun gibi yüzlerce örnek sıralayabilirim. Maaşı tatminkar olmamasına rağmen, küçük yerleşim yerinde öğretmen olmak bir ayrıcalıktır. İşte 28 yıllık öğretmenlik hayatım boyunca attığım üç dayak.
Yalan yok bundan 4.5 yıl önce ben gittim. Birlik taşınmış. Kimse yok. Lojman yapmışlar. Ve nizamiye vardı sadece.. Birde nöbetçi subay.. ??
Kimsenin gideceğini sanmıyorum. Kimse kusura bakmasın ama oğluma askerlik yaptırmamak için elimdeki her imkanı kullanacağım. Garibanın çocuğu sefillik çekerken, birilerinin egosu için yok pahasına ölürken, vatan hainlerinin çocukları askerlik yapmıyor. Bu ülkede tüm eksiler garibana, tüm artılar da pis hainlere oluyor...